Ermenilere Soykırım Yapıldığı Savının Hukuksal ve Ahlaki Açılardan İncelenmesi

Ermenilere Soykırım Yapıldığı Savının Hukuksal ve Ahlaki Açılardan incelenmesi

Emekli Büyükelçi Pulat TACAR*

ERMENİ ARAŞTIRMALARI, Sayı 2, Haziran-Temmuz-Ağustos 2001       

 

  1. Sorunun Hukuki Yönü

Soykırım suçu hukuki bir terimdir; çerçevesi 9 Aralık1948 tarihli Soykırım Suçunu Önleme ve Cezalandırma Sözleşmesi[1] tarafından çizilmiştir. Sözleşmenin -özeti dipnotta sunulan- ilgili maddelerinin incelenmesi, tüzel kişilerin değil, gerçek şahısların soykırım ile suçlanabileceğini göstermektedir; soykırım suçunun işlendiğini saptayacak yetkili yargı organı ise esas itibariyle soykırım yapıldığı iddia edilen ülkenin mahkemeleridir. Ayrıca, sözleşmenin tarafları, aralarında anlaşırlarsa dava bir uluslararası ceza mahkemesinde de görülebilir. Sözleşmenin 9. maddesi devletin soykırım alanındaki sorumluluğundan bahis etmektedir; ancak burada sözü edilen, taraflar arasında sözleşmenin yorumu, uygulanması ve hayata geçirilmesi konusunda uyuşmazlık olması durumudur; bu alanlardan birinde ihtilaf varsa akit taraflardan biri konuyu Uluslararası Adalet Divanı’na götürebilir. Divan’a başvurmak için tarafların aralarında anlaşmaları gerekmemektedir; bir taraf da istemesi halinde Divan’a başvurabilir.

Bu hukuksal çerçeveye karşın kimi ülke parlamentoları, bazı eyalet meclisleri ve Avrupa Parlamentosu yetkili bulunmadıkları, yargı organı olmadıkları halde Osmanlı Devleti topraklarında yaşayan ve Osmanlı vatandaşı olan Ermeniler’e karşı 1915 yılında soykırım suçu işlendiğini belirten kararlar almışlardır.[2] Konu Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Komisyonunun Alt Komitesi’nde de görüşülmüş, ancak Komisyon kendisine Ermeni soykırımı konusunda sunulan Whittaker raporunu kabul etmemiş, sadece not etmekle yetinmiştir; diplomasi dilinde bunun anlamı ret demektir. Bu duruma rağmen, Ermeni propagandacıları – diğer bazı konularda olduğu gibi – bu konuda da gerçekleri çarpıtmayı tercih etmişlerdir. Bu kişiler çeşitli vesileler ile Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Komisyonu’nun soykırımın varlığını kabul ettiğini iddia etmişlerdir, ki bu biraz önce de belirtildiği üzere doğru değildir.

Soykırım konusunda bir de kitabı bulunan[3] Ermeni asıllı Fransız yazar Yves Ternon sözleşmenin devletlerin sorumluluğunu gerektirmemesini eleştirmektedir. Sözleşme imzaya açıldığı dönemde de, pek çok devletler hukuku uzmanı bunun ölü doğduğunu ve uygulanma olanağının bulunmadığını belirtmişlerdi. Örneğin İngiltere Adalet Bakanı bu sözleşmeyi pratik alanda uygulanamazlığı nedeniyle ‘Birleşmiş Milletler’in prestiji için gerçek bir tehlike’ olarak nitelemişti.[4]

 Soykırım Suçunun Zaman Aşımına Uğramaması

Soykırım Sözleşmesi, soykırım suçunun zaman aşımına uğrayıp uğramayacağı konusunda bir kural içermemekle birlikte, Birleşmiş Milletler Genel Kurulu 26 Kasım 1968 tarihinde aldığı 2391 (XXIII) sayılı kararının I.b. maddesinde soykırım suçunun zaman aşımına uğramayacağını belirtmiştir.

Parlamentoların Aldığı Kararların Siyasi Niteliği

Çeşitli ülkeler parlamentolarının aldıkları soykırım kararlarlarının temelde siyasi kararlar olduğu söylenebilir. Radikal Ermeni grupları ve bu kişilerin paralelinde düşünen diğer kişiler bu siyasal kararlardan hukuki sonuçlar çıkarmak istemektedirler. Bu siyasal kararların ardında, o ülke vatandaşı olan Ermeniler’e hoş görünmek, onlara hak vererek kendince acılarını bir ölçüde dindirmek, Türkiye’ye baskı yapmak ve Türkiye’yi Avrupa Birliği’nden uzak tutmak gibi bir çok nedenin bulunduğu söylenebilir. Ancak bu noktada belirtilmesi gereken husus pek çok ülkede oluşmuş bulunan samimi inancın (ya da ön yargıların) Birinci Dünya Savaşı’nda Osmanlı İmparatorluğu vatandaşı olan Ermeniler’e büyük bir kırım uygulandığı yolunda olduğudur. Diğer bir deyişle Batı kamuoyu ağırlıklı olarak Ermeni görüşlerine hak vermektedir. Haçlılar döneminden başlayarak yüzyıllar boyu kötü Türk imajı ile beslenmiş olan, özellikle Birinci Dünya Savaşı’nda yapılan Türk karşıtı propagandalardan etkilenen toplu belleğin, bu konuda da fazla incelemeye, ayrıntılarını araştırmaya gerek görmeden, Ermeniler ve yandaşları tarafından kendisine anlatılanlara inanması doğal, bu kanıyı değiştirmek de çok güçtür.

 Yetki Sorunu

Yukarıda da belirtildiği gibi, parlamentolar, eyalet veya belediye meclisleri ya da dernekler herhangi bir ülkede soykırım suçu işlendiği konusunda karar almaya yetkili değildirler. Ulusal parlamentoların, eyalet meclislerinin ya da Avrupa Parlamentosu gibi organların yetkileri olmadan soykırım suçunun işlendiği konusunda yargı kararı oluşturmaları hukuka saygılı kişiler tarafından kabul edilebilecek bir davranış değildir.[5]

Savunmasız, Yargısız İnfaz

Dünyanın her ülkesinde herhangi bir suçlama ile karşılaşan gerçek ya da tüzel kişinin kendini savunma hakkı vardır. Kimi ülke ya da eyalet parlamentosu, soykırımın kişisel bir suç olduğu yolundaki Soykırımı Sözleşmesi kuralına aykırı olarak, herhangi bir sanık belirlemeden, 1915 yılında Osmanlı Ermenileri’ne soykırım suçu işlendiği yolunda karar alma yoluna gitmişlerdir. Soykırım savlarının doğru olmadığı söylendiği zaman da alınan kararın siyasi olduğu ve hukuki bir sonucunun bulunmadığı yanıtını veriyorlar.

Parlamentoların Soykırımın Varlığı Konusunda Hüküm Verme Konusunda Yetkisizliklerinin Tescili Amacıyla Uluslararası Yargı Yolu Alternatifi

Ulusal veya uluslararası yetkili yargı organı tarafından varlığı karara bağlanmamış bir soykırım suçu olmadan, siyasal organların aldıkları kararların, çıkardıkları yasaların hukuki dayanaktan yoksun sayılmasını sağlamak gerekir. Bu amaçla Soykırım Sözleşmesi’nin hatalı yorumlandığı gerekçesiyle ve parlamentoların bu konuda yetkisiz olduklarının saptanması için Uluslararası Lahey Adalet Divanı’na başvurma seçeneği ciddi bir biçimde ele alınmalıdır.

Bu görüşümüze karşın Türkiye’de – eski, yeni üst düzey yöneticiler dahil – kimi kesimler ve kamuoyunun bir bölümü, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin son zamanlarda aldığı bazı kararlar nedeni ile uluslararası adalete olan güvenini kaybetmiştir. Bu nedenle aynı çevreler Türkiye’nin soykırımın varlığı ya da yokluğu konusunu bir uluslararası yargı organına, yani Lahey Adalet Divanı’na sunmasının riskli olduğu görüşünü ileri sürüyorlar. Oysa, hukuki durum sanılandan biraz farklıdır. Mesele soykırım suçunun varlığı ya da yokluğunun tesbitinin Lahey Adalet Divanı’ndan istenmesi değildir. Uluslararası Lahey Adalet Divanı taraflar aralarında uzlaşarak esas hakkında karar vermek konusunda kendisine başvurmadığı takdirde,  bazı gerçek kişilerin – zira Uluslararası Soykırımı Sözleşmesine göre soykırım suçu ancak gerçek kişi ya da kişiler tarafından işlenebilir –  soykırım suçu işleyip işlemediğini inceleyemez. Buna mukabil, Uluslararası Adalet Divanı, Soykırımı Sözleşmesi’nin uygulanmasının yetki açısından ihlali savını ele alma yetkisine haizdir. Aradaki fark dikkatlerden kaçmamalıdır.

Şimdi karşılaştığımız durum Soykırım Sözleşmesi’nin iki açıdan ihlal edildiğini göstermektedir:

  1. a) Yargı organı olmayan, Soykırımı Sözleşmesi’ne göre bu konuda karar alma yetkisi bulunmayan bir parlamento, soykırım yapıldığı yolunda bir kanunu kabul ederek anılan sözleşmeye aykırı hareket etmiştir; Fransa örneğinde Fransa devletinin başı olan Cumhurbaşkanı bu yasayı onaylayarak, hükümetini sorumlu kılmıştır;
  2. b) Soykırım suçu ancak gerçek kişi(ler) tarafından işlenebildiği halde, bu konuda herhangi bir kişi hakkında dava açılmamış, kişinin savunması alınarak usulüne uygun biçimde yargılanmamıştır.

Soykırım Savları ve Türkiye Cumhuriyeti’nin de Sorumlu Kılınmak İstenmesi

Ermeni propagandacıları ile bunların destekçileri, Osmanlı Devleti’nin kimi yöneticilerinin, Osmanlı vatandaşı olan Ermeniler’i, sadece Ermeni olmalarından dolayı topyekün yok etmek yolunda karar veya iradeleri bulunduğunu; Osmanlı Devleti’nin de bu nedenle sorumlu olduğunu iddia etmektedirler. Ermeni diasporası Osmanlı Devleti’nin varisi olan Türkiye Cumhuriyeti’nin bu sorumluluğu paylaşmasını, hayatlarını ve mallarını kaybedenlere tazminat ödemesini istemekte, bunu toprak talepleri izlemektedir. Oysa, Birinci Dünya Savaşı’ndan galip çıkan müttefikler, Ermeni katliamı ile suçlayarak Malta’ya sürdükleri Osmanlı üst düzey yöneticilerini kanıt bulamadıkları için serbest bırakmışlardır.[6] Öte yandan, Osmanlı topraklarının pek çok yerinde, İstanbul, İzmir gibi kentlerde Ermeni asıllı Osmanlı vatandaşlarına tehcir uygulanmamış, tehcir sadece belli bölgelere dönük olarak uygulanmıştır. Osmanlı yöneticilerinin bir ırkı ya da etnik grubu toptan yok etme arzusu bulunsaydı istisna tanınmazdı herhalde. Buna karşılık, Osmanlı döneminde bazı kişiler mahkemeye çıkarılarak, başka suçlamalar ile birlikte, tehcir sırasında Osmanlı vatandaşı Ermeniler’e zulüm yapıldığı savı ile mahkum edilmişlerdir. Konunun bu yönü çalışmanın diğer bölümlerinde detaylandırılacaktır.

Soykırım İddiasında Bulunan Ermeniler’in Amaçları

Belirtildiği gibi, Ermenistan Cumhuriyeti yöneticileri (ve taraftarları) Türkiye’nin tek taraflı olarak Ermeniler’e soykırım yapıldığını kabul etmesini ve özür dilemesini istiyorlar. Halen yürütülen kampanya ve uygulanan strateji, Osmanlı Devleti’ni siyasi bakımdan mahkum ettirmek ve alınan bu siyasal karardan toprak talebi ve tazminat talebi gibi hukuki sonuçlar çıkarmağa yöneliktir.[7] Bu çerçevede Ermeni propagandacılarının ağırlık verdikleri husus soykırımın tanınmasıdır. Bu nedenle ABD Başkanı George Bush’un 24 Nisan 2001 günü Ermeni sorunu ile ilgili olarak yayımladığı mesajda Osmanlı Devleti’nin o dönemde Ermeniler’e kırım (massacre) yaptığını –çok ağır sözlerle- kabul etmekle birlikte, bir hukuki terim olan soykırım (genocide) sözcüğünü kullanmamış bulunması Ermeni diasporasını son derecede rahatsız etmiştir. Halen Ermeni örgütleri ABD Başkanı’nı her gittiği yerde bu nedenle protesto etmektedirler.

Öte yandan, 1915 tehcirinin hukuken soykırım eylemi sayılamayacağını anlayanların bir bölümü (Örneğin Taner Akçam)[8] ‘soykırım’ sözcüğünü yeğlememekte, ‘kırım’ sözcüğüne bir anlamda gerilemektedir. Ancak ‘kırım’ sözcüğü de hem soykırımın varlığı tezinin zayıflaması nedeniyle militan Ermeniler’i çok rahatsız etmekte,  hem de Türkiye’yi suçlayıcı bir yönü bulunduğundan Türkiye’de de fazla taraftar bulmamaktadır. Konuya Türkiye’de eğilenlerin büyük çoğunluğu, 1915 olaylarını tanımlamak için karşılıklı kırım ya da karşılıklı katletme anlamına gelebilecek ‘mukatele’ sözcüğünü yeğliyorlar. Halide Edip Adıvar ise, 1915 olaylarını ‘Ermeni göçürmeleri ve toptan öldürmeler’ olarak adlandırmıştır. [9]

Ermenistan Cumhuriyeti’nin Türkiye ile Ermenistan Arasındaki Sınırı Belirleyen Anlaşmaları İptal Ettiğini Açıklaması

Sorunun devletler hukuku ve dış politika bakımından bir başka önemli yanı bulunuyor. Ermeni yöneticileri ‘artık Türkiye’den toprak talebimiz yok’ demekle birlikte, Ermenistan’ın, Türkiye topraklarının bir bölümünü anayasasının temelini oluşturan bildirgede Batı Ermenistan olarak adlandırdığını gözden kaçırmamak gerekir. Öte yandan Ermenistan Türkiye ile kendi ülkesi arasındaki sınırı saptayan anlaşmaları tek taraflı olarak fesh ettiğini açıklamıştır. Uluslararası hukuka ve Birleşmiş Milletler ilke ve kararlarına aykırı olan bu davranışı yayılmacılıktan ve uzun vadeli toprak talebinden başka bir şekilde yorumlamak mümkün değildir; kaldı ki söz konusu olan ülke Azerbaycan topraklarının bir bölümünü halen işgal altında tutmakta ve irrendentist politikalarına Batı Ermenistan diye adlandırdığı Türkiye topraklarını da eklemektedir. Bu konu Birleşmiş Milletler, Avrupa Güvenlik İşbirliği Örgütü ve Avrupa Konseyi çerçevesinde yapılacak ciddi girişimlerle uluslararası alana taşınmalı ve saldırganlığı mahkum ettirecek önlemlere öncelik verilmelidir. Ermenistan, Türkiye ile arasındaki sınırın değişmezliğini tanımadan bu ülke ile ilişkiye girilmemelidir.

Kimi Parlamentoların ve Avrupa Parlamentosu’nun Aldığı Soykırımın Varlığını Tanıma Kararları ve Bunların Hukuki Sonuçları

  1. a) Fransa Parlamentosunun Çıkardığı Yasa

Fransa Parlamentosu Ocak 2001 tarihinde soykırım ile ilgili bir yasayı milletvekillerinin yaklaşık onda birinin katılımı ile onaylamıştır. Fransa Parlamentosu bu kararı ile 1915’teki Ermeni tehciri sırasında hayatlarını yitiren Ermeniler’e soykırım yapıldığını, soykırım suçunu işleyen gerçek kişileri açıklamadan kabul etmiştir. Başka parlamentoların kararları gibi bu karar da siyasi niteliklidir. Ancak burada hemen ilave etmek gerekir ki, Fransa’nın Ermeniler’i ve onların savlarını destekleme hususundaki tutumu yeni değildir. Bundan önceki Fransa Cumhurbaşkanı Mitterand da Vienne kentinde yaptığı bir konuşmada da ‘Ermeni soykırımı’ savını onaylamıştır. Bilindiği gibi Fransız Parlamentosu bu alandaki ilk kararını 29 Mayıs 1998 tarihinde almış, söz konusu karar 2001 yılında adeta 51 milletvekilinin katıldığı bir oturumda yinelenmiştir. [10] Fransa Parlamentosu’nun kabul ettiği yasaya temel olan raporu Fransa – Ermenistan Dostluk Grubu Başkanı François Rochebloine yazmıştır. Bu şahıs 3 Aralık 1993 tarihinde de tarihçi Bernard Lewis’i kınayan bir bildiri yayımlamıştı. Anılan siyasetçi, hem karşı tarafın avukatı, hem savcı, hem de yargıç rolünü oynamaktadır. Üstelik yazdığı rapor maddi hatalarla doludur. Fransa Parlamentosu’nun kabul ettiği soykırımın tanınması yasası Fransa’nın tarihin her döneminde çok yakın ilişki içinde bulunduğu [11] Ermeniler’i tatmin etmek ve yerel seçimlerde bunların oylarını kaybetmemek amacını da gütmektedir. Ayrıca, bu yasa Türkiye’yi Avrupa içinde görmek istemeyenlerin Türkiye’yi Avrupa entegrasyonundan uzaklaştırmak için kullandıkları bir silah ve kışkırtma işlevini de üstenmektedir.

Fransa Parlamentosu’nun aldığı karardan sonra, kimi Fransız yöneticileri ve diplomatları kararın Türkiye Cumhuriyeti’ni hedef almadığını ve yaptırımının da bulunmadığını belirten demeçler vermişlerdir. Bunların vurgulamak istedikleri husus, Ermeni soykırımı kanununun Yahudiler’e yapılan soykırımın reddini suç sayan kanundan farklı olduğu ve bunun bir hukuki sonucunun bulunmayacağıdır. Bu kanaatimizce geçerli bir düşünce değildir. Bilindiği gibi, Fransız Parlamentosu bu yasayı çıkarmadan yıllar önce ünlü Amerikalı tarihçi Bernard Lewis Le Monde gazetesinde 16 Kasım 1993 tarihinde Peroncel-Hugoz ile yaptığı bir söyleşide, ılımlı sözlerle Türkler’in o dönemin tarihini başka türlü okuduklarını ve yorumladıklarını belirtmişti, ancak Fransız mahkemesi Bernard Lewis’i söz konusu yasaya benzer bir düzenleme olmamasına karşın mahkum etmişti. Bu da Fransız adalet sisteminin çıkarlarına göre düşünceyi ifade özgürlüğünü nasıl dar anlamda yorumlayabildiğinin ve bu hakkı çiğneyebildiğinin açık bir kanıtıdır.[12] Şüphesiz bu örneği verirken ‘aynı hataya biz de düşelim’ denmek istenmemiş, sadece Fransa’nın içine düştüğü çifte standardın altı çizilmiştir. Şimdi, Fransız Mahkemesi Ermeniler’e soykırım yapılmadığı konusunda görüş ifade eden bir kişiyi, 2001 yılı Ocak ayında kabul edilen yasadan sonra, evleviyetle mahkum edebilecektir. Bu nedenle yasanın dolaylı etkisi küçümsenemeyecek bir boyuttadır.

  1. b) Avrupa Parlamentosu’nun Aldığı Kararda (1987) Bilinçli Olarak Yapılan Usulsüzlük

Ermeni iddiaları konusunda parlamentolar tarafından alınan kararlarda hak ve hukuk gibi temel kavramların çiğnendiğini belirtmiştik. Bu konuda bir başka örneği de Avrupa Parlamentosu’nun 18 Haziran 1987 tarihinde Ermeniler’e soykırım yapıldığı konusunda aldığı karardır. Bu kararın alınmasında da Fransız milletvekilleri aktif bir şekilde rol almışlardır. 1983 yılında atanan G. Israel adlı Fransız parlamenterin raportörlükten çekilmesinden sonra, kendisine bazı çıkarlar sağlanarak yönlendirildiği anlaşılan Flaman milliyetçisi Vandemeulebroucke raportör olarak tayin edilmiş, Ermeni diasporası tarafından kaleme alınmış olan bir rapor bu şahsın eline tutuşturulmuştu. Adı geçen şahıs tarafımızdan Türkiye’ye gelerek tarihçilerimiz ve Türkiye’deki Ermeniler ile görüşmesi amacıyla ülkemize davet edilmiş, bu satırların yazarıyla yaptığı ilk görüşmede davete sıcak bakmış, daha sonra ise bilinmeyen bir sebeple (muhtemelen Ermeni diasporasının yönlendirmeleri neticesinde) Türkiye’ye gelmeyi reddetmiştir. Belçikalı bu şahıs daha sonra yapmış olduğumuz tüm görüşmelere yanında bir Ermeni ‘komiser’ yardımcısı ile gelmiştir. Ancak, hazırladığı Türkiye karşıtı rapor Avrupa Parlamentosu’nun Siyasi Komisyonu’nun Lahey’de 1987 yılı başında yaptığı bir toplantıda reddedilmiştir. Bu konuda hiç bir kuşku yoktur; zira oturumunun bandını, bunu teybe alan bir görevli tarafıma aynı gün vermiştir. Toplantıda Komisyon Başkanı İtalyan Formigoni raporu oylatmış, 16 aleyhte, 14 lehte sonuç çıkınca, oylamayı yinelemiş, rapor gene aynı sonuçla reddolunmuştur. Avrupa Parlamentosu iç tüzüğüne göre bu raporun bir daha gündeme gelmemesi gerekirken, türlü sahtekarlıklar yapılarak rapor Genel Kurul gündemine hiç bir şey olmamış gibi indirilmiştir. Avrupa Parlamentosu, Fransız ve Yunan milletvekillerinin gayretleri ve üye sayısının yaklaşık yüzde onbeşinin bilfiil katılımı ile Ermeni soykırımı iddialarını kabul eden ve Türkiye’nin AB üyeliğini soykırımının tanınması koşuluna dolaylı yollardan bağlayan kararı almıştır. Raporun parlamentoda görüşülmesi sırasında bina, binlerce Ermeni tarafından muhasara altına alınmış, Fransız parlamenterler dışarıda kurulan bir kürsüye her 15 dakikada bir gelerek içerdeki gelişmeleri anlatmışlardır. Bu şahıslar bu konuşmalarıyla halkı kışkırtmakla kalmamışlar, gerçekleri çarpıtarak kendilerince siyasal bir yatırım da yapmışlardır. Avrupa Parlamentosu’nda lehimizde konuşma yapacak parlamenterlerin bir bölümü silahla tehdit edilmişlerdir, bu tehditlerden ben de nasibimi aldım. Avrupalı parlamenterlerden sadece bir tanesi, Alman Wedekind parlamento koridorunda Ermeni teroristler tarafından silahla tehdid edildiğini kürsüden beyan etme cesaretini göstermiş, diğerleri ise susmuşlar veya salondan çıkmışlardır. Bu konuya önem vermeyerek, sorunu bir Fransız meselesi olarak gördüklerini söyleyenler ise o gün Genel Kurul’a gelmeyerek alanı Türkiye aleyhtarlarına bırakmışlardır. Bir kısım parlamenter ise, adları Avrupa’da neşredilen bir Türk gazetesinde lehimize rey verecek parlamenterler listesinde yayımlandığı için oturuma katılmamışlardır. Zira bir siyasetçimiz, Dışişleri Bakanlığı’na bildirdiğimiz, lehimize oy vermesi beklenenlerin adlarını oradan sağlayarak basına sızdırmıştı. Görüldüğü gibi, harakiri sadece Japonlar’a mahsus bir eylem değil!

Avrupa Parlamentosu 15 Kasım 2000 tarihinde, Türkiye’nin tam üyelik yolundaki durumunu inceleyen bir raporu görüşürken, raportörün itirazına rağmen bu konuda aldığı karara, ‘Avrupa Parlamentosu, Türk Hükümeti’ni ve TBMM’ni ülkesindeki Ermeni azınlığa olan desteğini, modern Türk devleti kurulmadan önce bu azınlığın Türkiye’de maruz kaldığı soykırımı kabul etmek suretiyle arttırır’ ifadelerini içeren bir önergeyi ekleyerek kabul etmiştir. Fransız Parlamentosu’na sunulan raporu kaleme alan François Rochebloine, Avrupa Parlamentosu’nun aldığı bu kararın Türkiye’nin AB’ne tam üyeliğini Ermeni soykırımını kabul koşuluna bağladığını iddia etmektedir.[13]

Üç yıl boyunca (1984 – 1987) Avrupa Topluluğu (AT) nezdinde büyükelçi olarak izlediğim Avrupa Parlamentosu’nda Ermeni raporu konusunda yaptığım yüzlerce görüşme, konunun içeriğiyle ilgili gerekçelerimizin, rapordaki bilgilerin gerçek dışı olup olmadığının parlamenterleri, bir kaç tanesi dışında ilgilendirmediğini, politikacıların ‘tarihi gerçekleri’ ya da karşı tarafın görüşlerini dinlemek, öğrenmek ve bilmek istemediklerini göstermiştir. Yapılanın büyük bir haksızlık olduğunu söylediğimizde ise adeta ‘durumun biz de farkındayız’ anlamına gelecek bir tebessümle cevap verilmiştir. Bu durum, siyasette hukuk ya da haklılık kavramlarının geçerli bulunmadığı ve Ermeni savları sorununa başka açılardan, değişik yöntemlerle yaklaşmak gerektiği yolundaki kanaati güçlendirmiştir. Bu nedenle sorunun hukuki veçhesine ağırlık verilmesinde ve Soykırım Sözleşmesi’ne aykırı davranışların usul ve yetki yönünden tespiti alternatifinin ön plana çıkarılmasında yarar görmekteyim. İçerik meselesinin ise bu aşamada esas itibariyle ahlaki bir sorun olduğu söylenebilir.

Nazi Almanyası’nda Katledilen Museviler İle Ermeniler Arasında Paralellik Kurma Girişimi

Bir kısım Ermeniler ve onları destekleyenler, Nazi Almanyası tarafından Yahudiler’e uygulanan soykırım ile Ermeniler’in tehcir sırasındaki kayıpları arasında hukuki açıdan paralellik kurmak ve bazı parlamentoların Yahudi soykırımının inkarını bir suç sayan yasaları kabul ettiklerini hatırlatarak Yahudi soykırımı ile Ermeni tehcirini ilişkilendirmek istemektedirler. Oysa, çeşitli ülke parlamentolarının kabul ettiği, Yahudiler’e uygulanan soykırımın inkarını cezalandıran yasalar, yetkili bir yargı organı (Nürnberg Mahkemesi) tarafından karara bağlanmış olan soykırım suçuna dayandırılmıştır. ‘İnkarın mahkum edilmesi yasaları’ mahkeme kararı olmadan soykırımı suçunun varlığını kendi başlarına saptamaya yönelik değildir.

Öte yandan, Hitler Almanyası’nın Yahudilere uyguladığı soykırımı ile Ermenilerin durumu arasında paralellik kurulamaz. Hitler Almanya’sında veya başka Avrupa ülkelerinde yaşayan Yahudiler ülkelerine karşı ayaklanmadılar, savaşmadılar ve savaşan taraf statüsünü talep etmediler. Buna karşılık Osmanlı Ermenileri’nin bir bölümü devletlerine isyan ettiler, savaştılar ve kayıplar verdiler. Sevres muahedesi görüşmelerine katılan Ermeni heyeti başkanı Bogos Nubar Paşa, Ermenilere savaşan taraf statüsünün verilmesini bizzat talep etti.

Osmanlı Hükümet Üyelerinin ve Bazı Yöneticilerin Sorumluluğu

Gazeteci Mehmet Ali Kışlalı, 10 Mayıs 2001 ‘de Radikal’de yazdığı bir yazıda Doğu Perinçek’in kendisine Ermeni iddiaları konusunda gönderdiği belgelere değiniyor ve adı geçenin bazı Osmanlı idarecilerinin Ermeni tehciri sırasında yapılan kötü muameleler nedeniyle yargılanmaları ve mahkum edilmiş bulunmaları konusunun pek deşilmemesi gerektiğini söylediğini belirtiyor.  Şu sıralarda bu konuya değinilmemesini isteyen başkaları da var. Ne var ki,  Osmanlı yargısı tehcir sırasında Ermenilerin maruz kaldıkları kötü muameleler konusunda kimi yöneticilerin ve memurların sorumluluğunu kabul edip,  1397 kişi cezalandırmış, bunların yaklaşık 600’ü idam edilmiştir. Bu cezalandırmalar ve idamlar kamu vicdanı tarafından haksız bulunmuş, halk sokaklara dökülerek gösteri yapmıştı. Bugün de Ittıhat ve Terakki davasının politik bir dava olduğunu Türkiye’de ileri sürenlerimiz çoğunluktadır. Bununla birlikte formel hukuk açısından bu davalar olmamış, mahkumiyet kararlarını verilmemiş addedilemez. Ermeni tarafı bu konuya sık sık değiniyor ve Osmanlı döneminin resmi gazetesi olan Takvim-i Vekayi’ye atıfta bulunuyor.  Osmanlı görevlilerinin bir bölümünün kimi ölümlerden veya kötü muameleden sorumlu bulunmadıkları, bu kararların işgal kuvvetlerinin süngüsü altında alındığı ileri sürülebilir belki; ancak hukuki açıdan bu mahkumiyetler yok sayılamaz.

Malta’ya Sürülenlerin Suçluluğunun Kanıtlanamaması

Öte yandan, özellikle Ermenilere karşı yapılan kırım iddiaları nedeniyle,  savaş suçlarının cezalandırılması için çok sayıda Osmanlı yöneticisi işgal kuvvetleri tarafından yakalanıp Malta’ya sürülmüş, bu kimseler aleyhine ne işgal altındaki Osmanlı başkentinde ne İngiltere’de ne de Amerika’da kanıt bulunamamış,   bu kişiler serbest bırakılmıştı. Bu konudaki zafiyetlerini bilen kimi Ermeni yazarları, Malta’ya sürülenler hakkında suçlayıcı delil gösterilmemesini Amerika’nın ticari çıkarlarına, İngilizlerin de tutsak değişimi isteğine bağlıyorlar [14] Kanıtlanmış bir sorumlulukları bulunsaydı bu insanlar mahkum edilmeden salıverilirler miydi?  Mümkün değil. Örneğin, Ermeni tehcirinin soykırımı olmadığı yolundaki İngiliz tutumu değişmemiştir: 13 Temmuz 2000 tarihinde Lordlar Kamarasında bir soruyu yanıtlayan İngiliz Bakan Lord Asthal, ‘Osmanlı yönetiminin Ermeniler’i yok etmek amacıyla bir karar aldığını gösteren kesin bir kanıt yokken, İngiliz Hükümetleri 1915 – 16 olaylarını soykırım olarak tanımamaktadır’ demiştir.[15]

Görüldüğü gibi ortada çelişkili tutumlar bulunmaktadır ve soykırımı savı konusunda görüş birliği yoktur.

Ermeni Tehciri Olayların Türkiye Tarafından Değerlendirilmesi

Bilinen bir gerçektir ki, bazı Ermeni gruplar, Osmanlı Devleti’nden bağımsızlıklarını alan Yunanlılar, Sırplar, Karadağlılar, Bulgarlar ve Romenler gibi silaha sarılmış ve Osmanlı Devleti’ne karşı açıkça savaşmışlardır. Diğerlerinden farkı, Ermeniler’in Osmanlı Devleti’nin hiç bir bölgesinde çoğunlukta bulunmamasıdır. Bu durumda Ermeni çeteciler ayaklandıkları yerlerde, Rus ordusunun da destek ve cesaretlendirmesi ile Müslüman halklara karşı etnik kıyıma başvurmuşlardır. Öte yandan, Türkiye’nin güneyini işgal eden Fransızlar, bir bölümü Osmanlı vatandaşı olan Ermeniler’den Fransız lejyonları kurmuşlar, bunlara Fransız askeri üniforması giydirerek silahlandırmışlar ve savaşa sokmuşlardır.

Birinci Dünya Savaşı’nda Müslüman ya da Ermeni tüm Osmanlı vatandaşlarının kayıplar verdiği trajik olaylar, bazı ihtilalci Ermeni örgütlerinin liderlerinin başlattıkları ayaklanma ve bunun sonucunda vukua gelmiş karşılıklı öldürme olaylarıdır; Osmanlıca’da buna ‘mukatele’ denir. İsyana bağlı çatışmalar yanında,  tehcir sırasında haydutların saldırıları sonucunda ya da halkın kin, intikam veya başka nedenlerle hayatlarını kaybettikleri gerçeği de belirtilmelidir. Ayrıca, salgın hastalık nedeniyle Ermeni olsun olmasın bir çok Osmanlı vatandaşının da bu dönemde hayatlarını kaybettikleri bilinen bir gerçektir. Diğer bir deyişle kayıplar iki taraflıdır; sadece Osmanlı Ermenileri’nin kayıplarına hayıflanmak ve onların komşuları ve yurttaşları olan Müslümanlar’ın kayıplarını yok saymak, küçümsemek ya da tarihin o sayfasını okumamayı yeğlemek kabul edilebilecek bir davranış sayılmamalıdır. Nihayet, abartılmış sayılar, yalanlar, tahrif edilmiş ya da yoktan var edilmiş sahte belgelere dayanılarak suçlama yapılması da ahlaken savunulacak bir durum değildir. Kanımca Ermeni sorunu konusundaki uzlaşmazlığın kilit noktası buradadır. Bu düşünceler de bizi sorunun ahlaki yönüne getiriyor.

 

  1. Sorunun Ahlaki Yönü

Soykırım Sözcüğünün Ahlaki (Etik)  Çerçevede ya da Günlük Hayatta Kullanımı

‘Soykırım’ terimi hukuki olmakla birlikte, günümüzde politikacılar, gazeteciler ve kimi düşünürlerce ‘katliam, toplu öldürme, etnik temizlik, isyan bastırmada toplu cezalandırma veya insanlık suçu’ anlamlarında da kullanmaktadırlar. Özetle kavram hukuki kullanımının çok ötesine taşınmakta, bir kavram kargaşası yaşanmaktadır. Öte yandan, ‘kültürel soykırım’ gibi yeni soykırım çeşitleri de üretilmektedir. Soykırım sözcüğünün, bu eylemleri tanımlamak için kullanılmağa devam edileceği tahmin edilebilir. Filhakika, çok sayıda politikacı, gazeteci, yazar, düşünür ve sanatçı konuşmalarında veya yazılarında hukuki bir terim olan ‘soykırım suçu’nun bu yanını bir kenara bırakarak (herkes hukukçu değil) terimin felsefi, ahlaki veya halk arasında çokça kullanılan toplu öldürme yanını öne çıkarmakta veya bilinçli olarak kavram kargaşası yaratmaktadırlar.

1915 dönemi olayları konusunda, ‘soykırım’ sözcüğü, kırım, insanlık trajedisi, trajik olay veya katliamla eş anlamlı olarak kullanılmaktadır. Görüşlerimizi desteklediklerini düşündüğümüz kişiler dahil, konuya eğilenlerin büyük çoğunluğu, 1915’te bir insanlık trajedisi yaşandığına, Osmanlı vatandaşları arasında daha çok Ermeniler’in büyük zarar gördüklerine, acılar çektiklerine inanmaktadırlar. Bu tutumun nedenlerini akılcı bir biçimde irdelemekte büyük bir yarar vardır.[16] Yapılacak analiz sonunda karşımıza her biri geçerli sayılabilecek çeşitli nedenler çıkacaktır. Bunlarla ilgili olarak tek düze düşünce ve tepki oluşturmak yerine,  her duruma uygun farklı stratejiler oluşturmanın yararı ortadadır. Ayrıca, farklı veya nüanslı düşünceye sahip bulunanların görüşlerindeki çeşitliliğe karşı tahammülsüz davranmamak gerekir. Bu konudaki olumsuz ve kimi kez şiddet öğesi içeren tepkiler de zamanla törpülenmelidir; herşeyden önce tepkiler duygusal değil akılcı olmalıdır. Ancak bunun bir toplumsal eğitim ve kültür sorunu olduğu, köklerinin çok derinlere indiği de kabul edilmelidir. 

Hukuktan farklı olarak, ahlak kuralları toplumdan topluma farklılıklar göstermektedir. Bu alanda şüphesiz çıkarlar da önemli bir rol oynar. Örneğin,  bir toplum için çok önemli olan ahde vefa ilkesi bir başka toplum içinde aynı ağırlığı taşımayabilir. Dost bilinen kişinin ihaneti karşısında gösterilen tepki çoğu kez çok şiddetli olabilir bazı toplumlarda. Buna karşın diğer bazı toplumlar vefasızlığı daha yumuşak bir tepki ile karşılayabilir. Bu nedenle, ahlaki kurallara uygunluk ya da uygunsuzluk konusunda sorunu hakeme havale etmek neredeyse imkansızdır.

Sorunu Tarihe ya da Tarihçilere Havale Ederek Çözüm Mümkün mü?

Tarih Yazımının Sübjektifliği

Türkiye’de en üst düzey kimi yöneticiler ve parlamento üyelerinin bir bölümü sorunun tarihe[17] ya da tarihçilere havalesini önermektedirler. Her şeyden önce ‘tarihe havale etmek’ terimi çok soyuttur. TBMM’ne sunulan tasarıları inceleyen Dışişleri ve İçişleri Komisyonları hazırladıkları rapora ekli kanun teklifinde ‘Türkiye, tarihin tespit ve kabul etmediği Ermeni soykırımı iddialarını reddeder’ ifadesini kullanmışlardır. Burada hangi tarihten söz edildiği kayıtlı olmamakla birlikte tarih, üzerinde herkesin uzlaştığı bir bütün, yüce bir gerçek olarak ele alınmıştır. Doğal olarak, burada sözü edilen tarih, Ermeni veya onların tezini destekleyen tarihçilerin yazdıkları değil, Türk tarihçilerin ve gerekçeli olarak Ermeni soykırımını reddeden yabancı tarihçilerin yazdığı tarihtir. Oysa, tarih yazımı sübjektiftir. Hele tarihteki olayları, nedenleri ile birlikte ele alıp incelediğimizde, varacağımız sonuçlar bakış açımıza bağlı olarak, ayrıca incelemenin yapıldığı zamana ve inceleme döneminde geçerli olan hukuk veya ahlak kurallarına göre de farklı olacaktır.

Ermeni olayları konusunda, her iki tarafın tarihçileri ile tarafsız denebilecek bilim adamları bu konuda yıllardır çalışıyorlar; kanımca söylenebilecek olanlar söylenmiş, yazılmıştır. Yazılanlar arasında büyük farklar ve çelişkiler vardır. Taraflar kendi gerekçe ve belgelerini öne çıkarmakta, diğerlerinin belgelerinin sahte, tanıklarının yalancı olduğunu söylemektedirler. Zorla göç ettirme sırasında hayatlarını kaybedenlerin sayısı konusunda da çok farklı veriler öne sürülmüştür. Örneğin, gazeteler, Çankaya Rotary Kulübü’nde bir konuşma yapan Türk Tarih Kurumu Başkanı Prof Dr. Yusuf Halaçoğlu’nun, tehcir sırasında 438.758 Ermeni’nin yer değiştirdiğini, bunlardan 382.148’nin istenilen nakil noktalarına ulaştırıldıklarını, geriye kalan 56.610 Ermeni’den 10.000’nin eşkiya tarafından katledildiğini, 30.000 kişinin dizanteri, tifo gibi hastalıklardan öldüğünü, geriye kalan 16.000 Ermeni’nin de yurt dışına çıktığını belirttiğini yazdılar. Buna göre, Ermeni kayıpları Büyükelçi Kamuran Gürün’ün Ermeni Dosyası adlı kitabında ileri sürdüğü gibi yaklaşık 300.000 veya başka kaynakların tahmin ettiği gibi 600.000 veya 800.000, hele Ermeniler’in ileri sürdükleri 1.500.000 değildir; sadece 40.000 kadar Ermeni zorla göç ettirmede (tehcir) hayatlarını kaybetmiştir; bu kayıpları da tehcir edilenlerin vardıkları nakil noktalarında aramak gerekecektir. Bu iç karartıcı ölü sayısı tahminlerinin bizi bir sonuca ulaştıracağını sanmıyorum. Ermeni militanı, kimliğinin ve olası taleplerinin çimentosu haline dönüştürdüğü 1.5 milyon öldürülme tezinden vazgeçmeyecektir; bizdeki belgeler ise onları doğrulamayacaktır. Bu nedenle, ‘tarihin tespit ve kabul etmediği’ ifadesinin, bu mesajın verilmek istendiği yabancı politikacılar açısından ikna edici olmayacağı söylenebilir.

Kimi tarihçiler, politikacılar, eğitimciler, yazarlar ve düşünürler tarihin bazı sayfalarını okumamakta, adeta yok saymaktadırlar. Bu durumda, ‘sorunu şimdi yeniden inceleyecek olan tarihçiler, bugüne kadar ortaya çıkarılan vesikalardan farklı olarak ne bulacaklar?’ sorusu sorulabilir.  Bundan sonra ortaya çıkarılacak olan ‘belgeler’  karşı taraf için inandırıcı sayılmayacaktır; objektif denebilecek tarihçilerin ulaşacakları sonuçların, soykırımını kendi kimliklerinin ayrılmaz bir parçası haline getiren dogma sahiplerini ikna etmesi beklenmemelidir. Unutmayalım ki dogma sahipleri ‘kendi gerçekleri’nin sorgulanmasına neden olacak araştırma veya incelemeler yapılmasını istemezler; bir dini inanış gibi besledikleri ‘nihai gerçeği’ ellerinde tuttukları kanısındadırlar; sorunun ele alınacağı toplantılara katılarak görüşlerini dile getirmeyi bile kabul etmezler[18] ; başkalarından tek bekledikleri kendilerinin ‘nihai ve mutlak gerçeğinin’ tasdik ve kabul edilmesidir. Karşı görüş veya kanıtlar tartışılmadan reddedilecektir. Fransız Parlamentosu’nun kararı münasebetiyle Türkiye’de Show TV kanalında yapılan bir oturuma katılan Ermeni asıllı Fransız politikacı Patrik Deveciyan, tehcire tabi tutulanlara saldıranların cezalandırılmasını talep eden emirnameleri  ‘kamuflaj’ olarak nitelemedi mi? Ermeni Cumhurbaşkanı, Paris’i 2001 Şubat ayında ziyaretinde ‘bu işin tarihçilere havalesine gereksinme kalmadığını belirtmedi mi?

Öte yandan, tarafların kendi tezlerinin doğruluğunu isbat etmek için, önemli saydıkları belgeleri veya gerekçeleri ellerinde tuttuklarını ve bunlardan bir kısmını kendi hedeflerine göre ön plana çıkardıklarını da bilmek, doğal karşılamak ve buna karşı hazırlıklı olmak gereklidir. Örneğin, Takvim-i Vekayi’de (Resmi Gazete) yayımlanan İttihat Terakki Davası dava zabıt ve kararları kanıt olarak gösterilmekte, Ermeniler’e mezalim ya da kırım yapıldığının söz konusu Osmanlı mahkemesince kabul edildiği vurgulanmaktadır. Yukarıda belirtildiği gibi, anılan davalarda 1397 kişi mahkum edilmiş, bunlardan 600’dan fazlası idam olunmuştur. Osmanlı Devleti’nin Teşkilat-ı Mahsusa elemanlarının katliam konusundaki sorumlulukları dile getirilmiştir.[19] Fransa’da yayımlanan l’Intranquille dergisi, 1994 – 1995 dönemi ikinci sayısını İttıhat Terakki Davası’na ve Teşkilat-ı Mahsusa’nın eylemlerine mezkur davalarda yapılan açık atıflara ayırmıştır. Bu nedenlerle, anılan kişileri ve onlara inananları -hatta nisbeten tarafsız olanları- olaylarda İttihat ve Terakki Hükümeti’nin sorumluluğu bulunmadığına inandırmanın, Osmanlı Hükümeti’nin kullandığı bazı Teşkilat-ı Mahsusa elemanlarının suç oluşturabilecek kimi eylemlerini yok saydırmanın imkansız olduğu hesaplanmalı ve ikna stratejileri buna göre biçimlendirmelidir.[20] Zira o dönemdeki yargının tarafsız sayılamayacağı, davanın siyasi olduğu, mahkumiyet kararlarının halkın büyük tepkisi ile karşılaştığı yolundaki gerekçeler, Osmanlı mahkemesinin verdiği de jure mahkumiyet kararlarını ortadan kaldırmamaktadır. Adına hukuki anlamda soykırım denilsin ya da denilmesin,  bugün yapılmakta olan hukuki ve ahlaki değerlendirmenin temelinde şekli olarak İttihat Terakki Davası mahkumiyetlerinin bulunduğu yadsınamaz.

Arşivler Açılsın Söylemi

Halen Türkiye’de sürdürülmekte olan ‘arşivlerimiz kapalı’ ‘arşivlerimiz açılsın’  söyleminin sorunun çözümünde yarar sağlayacağı pek inandırıcı gelmiyor. Esasen, Arşivler Genel Müdürlüğü yetkililerinin beyanlarına göre ‘arşivlerimiz açıktır’, ‘belgelerin bir bölümü mikrofişler halinde ilgili ülkelerin kütüphanelerine de gönderilmiştir’, ‘başka Ermeni belgesi de kalmamıştır’. Buna mukabil, tanınmış tarihçilerimizden birinin ATV televizyon kanalındaki bir açık oturumda belirttikleri doğruysa, belgeler ‘Arşiv yetkililerince hükümetin talimatının gereği olarak bir ön seçime tabi tutulmuş, bazı belgeler, bir kenara kaldırılmış, diğerleri yayımlanmıştır.’ Arşiv yetkilileri ise bunun doğru olmadığını, gerekçeleriyle ifade ediyorlar.[21] Ancak bilginin yayımlanmasından önce bir ön seçim yapılmış bulunduğu savının ATV televizyonunda yapılan bir açık oturumda tanınmış bir Türk tarihçisi tarafından ileri sürülmüş bulunmasının bu konudaki tereddütleri güçlendirdiği yadsınamaz. Benzer bir değerlendirme, ABD Kongre Kütüphanesi’nin, Türkiye’den gönderilen mikrofişleri ‘gerçeği tam olarak yansıtmayan belge ve bilgi gerekçesi ile’ dağıtıma sokmamasının nedenini oluşturabilir.

Son olarak ABD’de yaşayan 125 önde gelen Türk’ün 19 Mayıs 2001’de yayımlamak istedikleri bildiri, ‘Ermeni soykırımı konusunda bilinen gerçeklere ters düştüğü’ gerekçesiyle New York Times gazetesi tarafından reddedilmiştir. Bu da aynı çerçeveye giren ve çok ciddiye alınması gereken bir örnektir.

Soykırım Kararının Toplumu Eğitici Yanı Bulunduğu Düşüncesi

Soruna toplumsal eğitim ve değişim yönünden bakanlar ise, çeşitli parlamentoların aldıkları kararların, geçmişleri veya ataları suçlanan ülke halkını da bir süre sonra etkileyeceğini, resmi tarihin sorgulanmasına yol açabileceğini düşünüyorlar. Bazı gerçekleri yeniden gözden geçirerek, geçmişte hatalı tutumlar ve geçmişe ilişkin yanlış bilgiler var ise tutum değiştirmek uygar bir davranıştır; bu da sonuçta bir etik meselesidir. Ancak, tarihte karşılıklı olarak katliamlar yapıldığı belli iken, bunun tek taraflı kırıma dönüştürülerek soykırım yapıldığı savının dışardan yapılacak baskı ile ataları suçlanan bir halka kabul ettirilmesinin mümkün olmadığı da bilinmelidir. Hele baskı amacını güden kararların alınmasında uygulanan yöntem son derecede haksız ve dengesiz olunca, karar ‘sorgulamayı teşvik amacına’ hiç ulaşamaz; suçlanan halk kendisini iftiraya uğramış sayar.

Her Ülke Tarihinde Bulunan ‘Kara Lekeler’

Her ülkenin tarihinde kara lekeler ve karanlık sayfalar vardır. Bunlardan bir bölümü hukuki bir terim olan soykırıma uyabilir, bir bölümü ise uymaz. Örneğin İkinci Dünya Savaşı sonunda batı cephesinde Amerikalı ve Fransızlar’a esir düşen 7.611.794 Alman savaş esiri önce savaş esiri (PW), sonra Silahtan Arındırılmış Düşman Kuvveti (DEF) statüsüne geçirilmiş ve bunlardan yaklaşık 2 ila 2,5 milyonu korkunç şartlar altında aç ve susuz bırakılarak, Kızıl Haç’ın ve kamplar civarındaki sivil halkın önerdiği yardımlar da reddedilerek adeta ölmeleri ‘sağlanmıştır’.[22] Bu olaylara hukuken soykırım denemez; ahlaken bir kırımdan, ölüme terk etmekten, savaş hukukuna aykırı suçtan söz edilebilir belki. Aynı biçimde, benim kanaatimce Fransa’nın Cezayir’deki öldürme eylemleri ‘soykırım’ değil, ayaklanmaya karşı katliam yapılması çerçevesine girer.[23] Balkanlardan sürülen, öldürülen, yok edilen Müslüman topluluklarının uğradıkları felaket ise insanlığa karşı suç tanımına daha yakındır. Öte yandan, ülke tarihindeki tüm olayları ‘ülkenin geçmişine söz söyletmemek, leke sürdürmemek’ düşüncesi ile savunmanın, bugünkü kuşakların ödevi olmadığını düşünüyorum. Tarihimizde övündüğümüz pek çok sayfa yanında, günümüz normlarına ve çağdaş etik anlayışına uygun olmayan gelişmeler bulunduğu da bir gerçektir.

 

Sonuç

Tarihin her döneminde, dünyanın her yerinde yaşanan trajik olaylar geniş toplum kesimlerini etkilemiştir. 1915 tehciri sırasında yaşanan felaketler ve bunu izleyen yıllardaki karşılıklı öldürmeler onaylanacak, gurur duyulacak eylemler değildir. Ağır savaş ya da ayaklanma koşulları altında yaşanan olaylar devletin ve bireylerin kontrolu kaybetmeleri sonucunu vermiş ve gelişmeler trajediye dönüşmüştür. Bu olaylarda zarar görenlerin, hayatlarını kaybedenlerin soylarının belleklerinin silinmesi veya bellekteki verilerin, sevinç ve üzüntülerin yok sayılması beklenemez. Bu duyguların da anlayışla karşılanması ve yaraların sarılması için sosyal psikoloji uzmanlarına da danışılarak saptanacak adımların atılmasında büyük yararlar vardır. Ancak, acıyı sadece bir tarafın çektiği düşüncesi ve bunun o çatışmaların kışkırtıcıları tarafından bugün de desteklenmesi kabul edilebilecek bir tutum değildir. Belleğe saygı duyulması bağlamında, sadece tehcire bağlı trajik olaylarda hayatlarını kaybeden Ermeniler’in çocuk veya torunlarının değil, Iğdır’da, Maraş’da, Van’da ve ülkenin başka yerlerinde öldürülen Müslüman Türkler’in çocuk ve torunlarının acı hatıralarının da belleklere kayıtlı bulunduğu gerçeği unutulmamalıdır.[24] O trajik olaylar bir daha tekrarlanmamalı, yaşanmamalıdır.

Ermeni sorunu konusunda gerek 1984–1987 döneminde Avrupa Parlamentosu’nda, gerek daha sonra konuya ilgi duyan parlamenterler, yazarlar ve gazetecilerle yaptığım görüşmeler,  muhataplarımın bizim soruna çok şekilci biçimde ve sadece hukuki açıdan yaklaştığımız değerlendirmesini yaptıklarını gösterdi. Bu da soykırım kavramının hukuki ağırlığından ve sözcüğün muhataplarımızca hatalı kullanımından kaynaklanmaktadır. Benimle diyaloga girenler arasında soruna dogmatik biçimde değil de makul bir şekilde yaklaşanlar, olayların hukuken soykırım olmadığını kabul edebileceklerini, ancak ortada kanlı bir trajedinin bulunduğu gerçeğinin de inkar edilmemesi gerektiğini vurgulamışlardır. Muhataplarım yönünden, olaylar için kullanılan terim ister soykırım, ister katliam, ister toplu öldürme olsun çok fark etmiyordu; onlar açısından önemli olan 1915 tehciri döneminde Osmanlı Ermenileri’nin bir trajedi yaşadıklarıydı. Bu felaketin inkar edilmemesini, küçük görülmemesini bekliyorlardı. Muhataplarıma öldürmelerin karşılıklı olduğunu, Ermeni çetelerinin ayaklanma amacıyla savaştıklarını, savaş sırasında Van’ın işgal edildiğini, bu arada Osmanlı Ermenileri’nden oluşan birliklerin, başlarında Osmanlı mebusları olduğu halde ayaklandıklarını kanıtlarıyla anlattık; ancak zihinlerine yerleşmiş bulunan yargılar -buna önyargı diyenler de var- öne çıkıyordu; onlara göre öldürmeler karşılıklı olabilirdi, ama ölen Ermeniler’in sayısı çok daha fazlaydı. Acının dindirilmesi için bir jest yapılması bekleniyordu; bizden beklenen trajik olayların varlığını inkar eden veya bu konudaki suçu ya da sorumluluğu karşı tarafa yükleyen bir tutum içinde bulunmamamızdı. Karşı tarafın sorumluluktan kendisine düşen payı hiç bir şekilde kabul etme eğiliminde bulunmaması nedeniyle, ayrıca uluslararası ilişkilerin provokasyonlarla zehirlediği şu ortamda bu konuda bir ilerleme kaydedilmesini beklememekteyim. Yine de içine girilmiş bulunan çıkmazdan çıkılması, kilidin açılması, ılımlı, uzlaşıcı, diyaloga açık, esnek bir davranış modelinin benimsenmesinden geçiyor. Başlangıçta herkes kendi ölülerine ağlayacak, belki diğerlerinin kayıplarına aynı önemi vermeyecektir. Türkiye’yi ve Türkler’i kendilerine düşman sayan ve var olmak için bir düşmana gereksinme duyanların da kısa sürede tutum değiştirmeleri beklenmemelidir; zamanla bunların sayısında azalma olacağı tahmin edilebilir.

Ancak, uyuşmazlığın çözümü, gerginliğin azaltılması için boş durulmamalıdır. Türkler ve Ermeniler arasında Osmanlı dönemine dayanan kültür benzerliklerinin öne çıkarılması, turistik veya nostaljik ziyaretler ve Türk-Ermeni İş Adamları Konseyi’nin düzenlediği dans gösterilerine benzer kültürel işbirliği faaliyetleri gerginliğin azaltılmasına yardımcı olabilir. Çok yakın zamana kadar, özellikle mimari, müzik ve yazın alanında Ermeni vatandaşlarımızın kültürümüze katkıları olmuştur; mutfak kültürümüzde ortak yanlar vardır. Bu kültür birlikteliği örnekleri öne çıkarılırsa yaralar daha kolay sarılır.[25] Bu nedenle, şimdi, ülke içinde ya da bölgede birlikte barış içinde yaşama koşullarının sağlanması amacına yönelik akılcı önlemlere öncelik verilmeli, bunun tek taraflı suçlamalar ile sağlanamayacağı bilinmelidir. Her olanaktan yararlanılarak Türkiye’nin 1915 ve sonrası olaylarını nasıl değerlendirdiği, sorunun etik yanları yurt dışında ve Türkiye’de yabancıların katılımı ile yapılacak kollok, panel veya sempozyumlarda anlatılmalı, benzer olayların bir daha yaşanmaması gerektiği konusundaki inanç ve kararlılık vurgulanmalıdır. Bu söylem biçimi kimilerinin sandığı gibi ‘geri adım’ veya ‘suçluluğun kabulü’ olarak değerlendirilmemelidir. Düzenlenecek toplantılara sadece Türkiye’yi destekleyen yabancılar değil, tarafsız olanlar ve değerlendirmelerimizi paylaşmayanlar da davet edilmelidir. Bu görüş alış-verişi duygusallıktan uzak bir biçimde, soğukkanlılıkla ve akılcı yaklaşımlar ön plana çıkarılarak yapılmalıdır. Türkiye dışında veya ülkemizde farklı veya nüanslı görüş sahibi olanların söyledikleri ve yazdıkları konusunda düşünce özgürlüğüne yakışır bir biçimde hoşgörülü davranılmalı, uygar ve sağlıklı bir tartışma ortamı yaratılmalıdır.

Son olarak, Türk vatandaşı Ermeniler’in bu gelişmelerden daha fazla rahatsız olmamalarına özen gösterilmesi ve önlem alınması gerekmektedir. Uzak olmayan bir dönemde kimilerinin Ermeni sözcüğünü kötüleme anlamında kullanmaları, Ermeni vatandaşlarımız yanında, benim gibi düşünenleri de rahatsız etmiştir. Bu makalede Ermenistan Cumhuriyeti’nin ve dogmatik görüşlü diaspora Ermenileri’nin görüşlerine yönelttiğim kimi eleştiriler ya da olumsuz sayılabilecek değerlendirmeler Ermeni kökenli Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarına müteveccih değildir. Aksine Türkiye Ermeni toplumu hepimizi üzen gelişmeler karşısında takındığı ağır başlı ve vatandaşı oldukları Türkiye Cumhuriyeti’nin onurunu ve çıkarlarını ön planda tutan bir tutum izlemiştir. Bunun övgüye layık olduğunu düşünüyorum.

 

 

[1] Soykırımı Sözleşmesinin ana hatları:

-Sözleşmenin Giriş bölümü jenosit suçunun tarihin tüm dönemlerinde işlendiğini vurgulamaktadır;

-Soykırımı suçu savaş veya barış döneminde de işlenebilir;

Md.2 – Jenosit, bir ulusal, etnik, ırksal veya disi grubu, tamamen ve kısmen, grup olarak ortadan kaldırmak amaciyle işlenmiş aşağıdaki eylemlerden biridir:

A)Bir grubun üyelerini öldürmek,

B)Grubun üyelerine cismani veya akli zarar vermek,

C)Bir grubun üyelerini, bunların fiziki olarak tamamen veya kısmen yok edilmesi sonucunu vereceği önceden bilinen yaşam koşulları altına koymak,

D)Grup içinde doğumları bilinçli olarak önlemeğe yönelik önlemler dayatmak,

E)Bir grubun çocuklarını başka gruplar içine zorla götürmek.

Md.3 – Aşağıdaki eylemler cezalandırılır:

-Soykırımı;

-Soykırımı uygulamak için fesat karıştırmak  (conspiracy)

-Soykırımı uygulamaya doğrudan ve açık biçimde teşvik etmek;

-Soykırımı girişimi

-Soykırımı konusunda suç ortaklığı.

Md.4 – Soykırımı ile cezalandırılanlar kamu görevlileri, özel şahıslar ya da anayasaları gereğince sorumlu olan yöneticilerdir. (Yani soykırımını hükmi şahıslar değil hakiki şahıslar yapabilmekte ve bunlara ceza verilmektedir.)

Md.6 – Yetkili mahkeme soykırımımım işlendiği ülkenin mahkemesidir; ayrıca Taraflar yargı yetkisini kabul ettikleri takdirde uluslararası ceza mahkemesi de yetkili olabilir.

Md.9 – Devletin soykırımındaki sorumluluğu konusu da dahil olmak üzere Sözleşmenin yorumu, uygulanması ve hayata geçirilmesi konusunda Akit Taraflar arasında ihtilaf olursa, ihtilafın Taraflarından biri konuyu Uluslararası Adalet Divanına götürebilir (Not: Çeviri yazar tarafından yapılmıştır).

[2] ABD Senatosu’nun 11.5.1920 kararı; ABD Temsilciler Meclisi’nin 8.4.1975 tarihli, 24 Nisan’ı İnsanın İnsana Zulmetmesini Anma Günü ilan eden kararı; ABD Temsilciler Meclisi’nin 10.9.1984 tarihli aynı mahiyetteki kararı; Çeşitli ABD eyaletlerinde bu konuda alınmış kararlar.

Arjantin Parlamentosu’nun 1985’te hükümetini Birleşmiş Milletler kuruluşlarında Ermeni savlarını desteklemeye davet eden kararı; Arjantin Senatosu’nun 1993’te aldığı soykırımını insanlık suçu ilan eden kararı; Arjantin Kongresi’nin 21.9.1995 tarihli, 24 Nisan’ı İnsanın İnsana Karşı Ayrımcılığı İle Mücadele ve Kınanması Günü ilan ettiğine dair  yasa –  Cumhurbaşkanı Demirel’in  girişimi sonucunda bu tarih 10 Aralık olarak değiştirildi ve Ermeniler’e yapılan referans  metinden çıkarıldı; Arjantin Senatosunun 22.4.1998 tarihinde kabul ettiği deklarasyon;

Uruguay Parlamentosunun 20.4.1965’te kabul ettiği ve 24 Nisan’ı Ermeni şehitlerini anma günü olarak kabul eden kararı;

Rusya Dumanın 14.4.1995 tarihinde kabul ettiği bildiri;

Kanada Parlamentosunun 23 Nisan 1996 tarihli kararı;

Yunanistan Parlamentosunun 25.4.1996 tarihli 24 Nisan’ı Ermeni soykırımını anma günü olarak kabul eden kanunu;

Lübnan Parlamentosunun 3.4.1997 tarihli kararı ve 11.5.2000 tarihli tavsiye kararı

Belçika Senatosunun 26.3.1998’te kabul ettiği 1915 yılında Türkiye’deki Ermenile’e yapılan soykırımı başlıklı karar;

Fransa Parlamentosunda 1989 yılında alınan karar, Senato kararı ve nihayet Parlamentonun 2001 de aldığı “Fransa Ermeni soykırımını tanır” kararı. Daha önce de Cumhurbaşkanı Mitterand’ın Vienne kentinde Ermeni soykırımını tanıdığı yolundaki beyanı;

İtalya Parlamentosu tarafından 17.11.2000 tarihinde kabul edilen karar;

Kıbrıs Rum Yönetimin Parlamentosunda 29.4.1982 tarihinde alınan karar;

Vatikan Papa Paul II, Ermeni Katolikosu Karenin II ile 14–15 Kasım 2000 tarihindeki buluşmasından sonra yayımlanan bildiride, Ermeni soykırımının, daha sonraki iki dünya savaşında yaşanan ve pek çok inananın hayatlarını kaybetmesi ile sonuçlanan felaketlerin başlangıcı olduğu bildirilmiştir.

Avrupa Parlamentosunun 18.4.1987 tarihinde aldığı Ermeni Sorununa Siyasal Çözüm başlıklı karar; 2000 yılında Türkiye için hazırlanan raporla ilgili karara sonradan eklenen Ermeni soykırımı referansı;

Avrupa Konseyi Parlamenter Asamblesinin 51 parlamenterin imzasıyla 24.4.1998’de yayımladığı 1915 Ermeni Soykırımının Anılması açıklaması;

[3] Yves Ternon, L’Etat criminel, (Paris Seuil, 1995).

[4] Taner Timur, Küreselleşme ve Demokrasi Krizi, (Ankara: İmge Kitabevi, Ağustos 1996),  ‘Türkler ve Ermeniler, 1915 ve Sonrası’ adlı bölümde 140 sayılı dipnot.

[5] 26 Nisan 2001 tarihinde Vatikan Radyosu’nda yapılan ve telefonla katıldığım bir oturumda, parlamentoların soykırım yapıldığı ya da yapılmadığı konusunda karar alamayacaklarını belirtmem üzerine, oturuma katılan bir İtalyan gazeteci, kendi ülkesinde ve başka ‘uygar ülkelerde’  parlamentoların istedikleri her türlü kararı alma yetkilerinin bulunduğunu ve bunun kısıtlanamayacağını, demokrasi dersi verircesine vurgulamıştır. Uluslararası sözleşmelere aykırı davranmanın bir devletler hukuku ihlali olduğunu, siyasal kurumların yetkili yargı organının yerine geçmesi halinde,  uluslararası hukuk alanında kaos doğacağını belirttim; ancak fanatik muhatabımı ikna edebildiğimi sanmıyorum.

[6] Bu konuda geniş bilgi için bkz.: Bilal Şimşir, Malta Sürgünleri, (İstanbul: Milliyet Yayınları, 1976).

[7] Ermeni yöneticilerinin toprak talepleri yeni değildir. 16 Aralık 1989 tarihinde yayımlanan Armenian Mirror-Spectator gazetesine demeç veren Ermeni Dışişleri Bakanı Mıgırdıçyan, Türkiye’nin doğusunun Ermenistan’a ait olduğunu, 1921 yılında çizilen Türk Sovyet sınırının Ermenistan’ın oluru alınmadan saptandığını, Ermeni topraklarının Türkler’e verildiğini, şimdi istedikleri topraklara ülkelerinin simgesi olan Ağrı Dağının dahil olduğunu belirtmiştir.   Öte yandan 5 Mart 2000 tarihinde Armenpress Ajansı’na bir demeç veren Ermenistan Cumhuriyeti Dışişleri Bakanı Vartan Oskanyan Türkiye’nin tarihi düşmanları olduğunu söylemiştir.

[8] Taner Akçam, İnsan Hakları ve Ermeni Sorunu, (Ankara: İmge Yayınevi, 1999); Ermeni Tabusu Aralanırken Diyalogdan Başka Bir Çözüm Var mı?, (Ankara:  Su Yayınları, 2000).

[9] Halide Edip Adıvar,  Türk’ün Ateşle İmtahanı, (İstanbul: 1979), s. 14. Timur, a.g.e., 157 sayılı dipnotunda bu referansa yollama yaptıktan sonra, Ahmet Emin Yalman’ın tehcirin yok edici koşullarını anlattığını, Teşkilat-ı Mahsusa adını taşıyan çetelerin doğrudan doğruya imha hedefinin arkasından koştuklarını  Yakın Tarihte Gördüklerim ve Geçirdiklerim adlı kitabının 1. cildinin 331. sayfasında bunları yazdığını belirtmektedir.

[10] Fransız Meclisi’nin yasayı sadece 51 milletvekilinin katılımıyla kabul etmiş bulunması Fransa Parlamentosu’nun iç tüzük kurallarına göre geçerlidir. Kendimizi aldatmayalım, Fransa Parlamentosu’ndaki tüm siyasal partiler bu konuda ittifak halindedirler.

[11] Fransa’da mezarlıklar Ermeniler’in Fransa için öldüklerini belirten anıtmezarlarla doludur. Hatırlanacağı üzere Fransa, 1920’de Türkiye’nin üstüne sürüp Çukurova’da ve Maraş’ta savaştırdığı Ermeniler’i yüzüstü bırakıp kaçmış, Ankara Hükümeti ile anlaşmıştır. Şu an Ermeniler’e gösterilen yakınlık o dönemin ‘günahları’ nedeniyle bir tür vicdanı rahatlatma çabası olarak da değerlendirilebilir. Fransa’nın Ermeni sorunundaki rolü hakkında ayrıca bkz.: Süleyman Hatipoğlu, ‘Fransız İşgali Sırasında Çukurova’da Ermeni Mezalimi, 1918-1922’, Türk Yurdu, Cilt: 8, Sayı: 9, Ekim 1987, ss. 24-28; Yavuz Ünsal, ‘Fransız Dışişleri Bakanlığı Belgelerinde Ermeni Kırımları Sorunu’, DTCF Dergisi, Ankara, 1982, ss. 647 – 682; Erdal Yavi, 1856-1923 Emperyalizm Kıskacında Türkler, Ermeniler, Kürtler, (İzmir: Yazıcı Yayınevi, 2001);

[12] Jean Pierre Peroncel Hugoz  (PH)-Türkler neden Ermeni soykırımını kabul etmeyi hala reddediyorlar?

Bernard Lewis (BL) –Tarih alanında Ermeni versiyonunu kabulden mi söz ediyorsunuz? Türkiye’de bir yandan Ruslar’ın ilerlemesi, öte yandan bağımsızlıklarını elde etmek isteyen bu amaçla Kafkasya’dan gelen Ruslar ile açıkça işbirliği yapan Osmanlı karşıtı olan bir halk grubunun varlığı sebebiyle Türkler’in bir Ermeni sorunu vardı. Öte yandan, Ermeni çeteleri vardı  – Ermeniler direnişlerinin şanlı başarılarıyla övünürler-; ve muhakkak ki Türkler’in savaş içinde asayişi koruyabilme konusunda sorunları bulunuyordu. Türkler için yabancı bir gücün istilası tehlikesi altında olan güvensiz bir bölgede önleyici ve cezalandırıcı önlemler alınması söz konusuydu. Ermeniler ise ülkelerini kurtarmak istiyorlardı. Ama her iki taraf ta tenkilin coğrafi bakımdan sınırlı olduğunu kabul ediyorlar. Örneğin, Osmanlı İmparatorluğunun diğer bölgelerinde oturan Ermeniler bu tenkilden etkilenmediler. Korkunç şeyler olduğundan, çok sayıda Ermeninin – ama Türkün de – öldüğünden  kimse kuşku duymuyor .Ancak  ölenlerin hangi koşullarda öldükleri ve sayıları  hiç br zaman  bilinemeyecek…Suriye’ye doğru tehcir sırasında binlerce Ermeni soğuktan ve açıklıktan öldü. Ama soykırımı savı ileri sürülüyorsa,  Ermeni ulusunu sistematik biçimde ortadan kaldırma kararının ve bilinçli bir politikanın varlığından söz ediliyor demektir. Bu konu çok şüphelidir. Türk belgeleri, tehcir iradesi olduğunu gösteriyor, yok etme iradesini değil.

P.H. Türkler bu söylediklerinizi kabul ediyorlar mı?

B.L. Hangi Türk’ten söz ettiğinize bağlı. Resmi makamlar hiç bir şey tanımıyorlar. Bazı Türk tarihçileri ise daha göreceli yanıtlar vereceklerdir size.

[13]ransa Ulusal Meclis Belgesi No. 2855; François Rochebloine’ın 1915 Ermeni Soykırımının Tanınması başlıklı 10 Ocak 2001 tarihli raporu

[14]evon Maraşlıyan, Ermeni Sorunu ve Türk-Amerikan İlişkileri 1919-1923, (İstanbul: Belge Yayınları, 2000).

[15]ündüz Aktan’ın Radikal’de yazdığı Bazı Belgeler başlıklı makalesinden alıntı. Malta sürgünleri hakkında suçlayııcı delil bulunamaması konusuna Taha Akyol da 25 Eylül 2000 tarihinde Milliyet’te yayımlanan ‘Malta Sürgünleri’ başlıklı makalesinde değindi.

[16] İnsanlar, kimi Ermeniler’den ve onlar gibi düşünenlerden gelen -derlenmiş bilgi, söylenti, propaganda kümesini-  almağa ve onaylamağa hazır oldukları için; veya inandırıcı buldukları için; veya gelen bu bilgiler tarihten süzülerek kendilerinde ulaşmış bulunan Türk imgesine uyduğu için; hatta günümüzdeki gelişmeler oluşmuş bulunan bu imgeyi doğruladığı için; İttihat ve Terakki davalarında o zaman alınan kararlar bugünkü etik değerlendirmenin dayanağını oluşturduğu için; veya

  1. b) kendilerine tarafımızdan inandırıcı karşı bilgi ulaştırılamadığı için; veya
  2. c) sunduğumuz ilgiler çağdaş iletişim tekniklerine uygun biçimde hazırlanamadığı ve iletilmediği için. (En zayıf noktamız buradadır; yüzlerce sayfa kitap yazıp muhataba postalamak yetmez; okunmasını sağlamak, özetlemek, çağdaş iletişim teknikleri kullanmak, sosyal psikoloji bilmek lazım);veya
  3. d) tarihten veya kültürel birikimlerinden gelen öndeğerlendirmeler veya önyargılarla “doldurulmuş” bulundukları ve kanı değişimine direnç gösterdikleri için; veya
  4. e) iletişimde ikna sürecinin nasıl işlediğini bilmediğimiz ve herkesin gönderdiğimiz bilgilerle yetinmesi ve bunlara inanması gerektiğini sandığımız için; veya
  5. f) karşı görüşler ve tezler inandırıcı belge ve kanıtlarla sunulduğu için.

[17] TBMM, Dönem 21,Yasama Yılı 3; S sayısı: 665 Ermeni sorunu ile ilgili olarak sunulan yasa teklifleri ile İçişleri ve Dışişleri Komisyonları raporları. 2/669, 2/671,2/673

[18] TBMM’de 14 Nisan 2001 ‘de düzenlenen sempozyuma davetli olan Ermeni Cumhuriyeti vatandaşı tarihçiler toplantıya katılmadılar. Oysa, onlara görüşlerini Türkiye Cumhuriyetinin en yüce çatısı altında dile getirme olanağının sağlanmış bulunması çok önemli bir jest, ağırlığı bulunan bir dostluk mesajıydı. Ama onlar karşı görüşlerin ileri sürüleceği bir mekanda bulunmayı bile kabul edmeyecek derecede bağnaz ve güdümlüler.

[19] Halil Berktay, ‘Ermeniler’i Özel Örgüt Öldürdü’, Radikal, 9 Ekim 2000: ‘Teşkilat-I Mahsusa’nın adamı Bahaittin Şakir, bir kısmı ipten kurtulmuş mahkumlardan olauşan özel ölüm timleri organize etti.’

[20] Taner Timur Küreselleşme ve Demokrasi Krizi (Ankara: İmge Kitabevi, Ağustos 1996) adlı kitabında ‘Türkler ve Ermeniler: 1915 ve Sonrası’ adlı bölümde İttihat ve Terakki Hükümeti’nin Ermeniler ile kucaklaşarak iktidara geldiklerini, sonradan Türkçülüğe kamış olsalar bile, hiçbir zaman Ermeniler’e karşı ırkçı bir doktrin geliştirmediklerini; Ermeni tehciri kararının çöküş paronayasının bir sonucu olduğunu Talat Paşa’nın anılarında 1915 olaylarını – vicdansız ve seviyesiz insanların elinde bir facia şeklini aldığını yazdığını (s. 238), aynı kitabın bir diğer kısmında ise ‘tehcirin vahim bir kırım olduğunu’ belirtmektedir (s. 241).

[21] Bu konunun sorumluluğunu da eski Türkçe okuyabilen ve emekli olduktan sonra Hazine-i Evrak’ta bir süre çalıştırılan emekli Dışişleri mensuplarına yüklemek isteyenler var.” Bu işler profesyonel arşivcilerden alınıp ta amatörlere havale edilirse, işte böyle olur” diyorlar.

[22] James BACQUE Other Losses, 1989 Stoddart Publishing Co. Limited, Toronto Canada.  Bu kitabınm Fransızca’ya çevirisi 1990 ‘da Fransa’da Sand Yayınevi tarafından, Mort Pour Raisons Divers başlığı altında yayımlandı; kısa zamanda gizli eller tarafından piyasadan toplandı; zira bu kitapta Fransa’nın da Amerika gibi büyük sorumluluğu bulunduğu kanıtlanıyordu.

[23] TBMM’ne sunulan yasa tasarıları arasında ‘TBMM Fransa’nın 1954–1962 yılları arasında Cezayir’de gerçekleştirdiği soykırımını Ruanda’daki soykırımına katkısını tanır ve kınar’; Türkiye Fransa’nın Cezayir’de yaptığı soykırım katliamını açıkça kabul eder” gibi ifadeleri vardı. Soykırımı suçunun işlenip işlenmediğini yargı organı saptayabilir, parlamentolar değil. Ayrıca soykırımı suçunu devlet değil, birey işler. TBMM Komisyonlarının bu önerileri benimsememiş bulunması çok isabetli olmuştur.

[24] Akçam kitabında şunları söylüyor: ‘Avrupa’da sadece azınlıklara yönelik katliam haberlerinin oldukça abartılı ve tek yanlı aktarılması, buna karşı Türk veya Müslüman halka yönelik katliamların pek söz konusu edilememesi, Türk ulusal kimliği üzerinde derin izler bırakmıştır’. Taner Akçam, Türk Ulusal Kimliği ve Ermeni Sorunu, (Ankara: İletişim Yayınevi, Ekim 1992), s. 81.

[25] Timur kitabında şunları söylüyor: ‘Ermenistan Başkanı Ter Petrosyan’ın danışmanı tarihçi G. J. Libardian, kendisine Türk Ermeni ilişkilerini soran bir Alman dergisine (Der Spiegel, 23 Mart 1992) verdiği yanıtta – eskiden kültürlerimiz birbirine yakındı. Birinci Dünya Savaşı’ndaki soykırıma rağmen bu yakınlaşma yeniden sağlanabilir – demiştir. Timur, Küreselleşme, s. 242.

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir



istanbul travesti Haber |istanbul travesti Bilgi |istanbul travesti |istanbul travesti |travesti | ankara travesti|ankara travestileri |ankara travestiankara travesti